Lavantalar ile tanışmam muhtemelen uzunca zaman önce oldu. Sevdiğim şeyleri sıralarken ise hep bir yerlere yerleştirdim onları, ben olmamdaki yapı taşlarından biri oldular zannımca. Lavantalı kalıp sabunlar, esanslar, parfümler, yağlar, buketler, tablolar, öyküler, mitler, seramikler, mozaikler, tarlalar, saksılar, nakışlar, takılar, kıyafetler, sokaklar, kahveler ve hatta matchalar… Bir noktadan sonra hepsini günlük yaşamımda yer edinmesini sağlamak için uğraştım, keskin ama ferahlatıcı ve nefes aldığımı hissettiren o kokuyu kitaplarımın arasından, ufak salonumdan, ellerimden ve bedenimden duyumsamak saliselik bir umut veriyor bana. Lakin bir canlının doğumdan ölümüne kadar evrelerini görene kadar bu hislerime o kadar da önem vermemiştim.
Karadeniz'in, Karadeniz ile pek de alakası olmayan bir köyünde, rastgele İstanbul'daki odamda vazoda bir seneyi aşkın duran lavantalardan söz ettiğimde karşılık olarak saksıda henüz filizlenmiş lavantalar ile tanıştırılacağımı beklemiyordum. Sivilceler ile de buluşan bu konuşmada da lavantaların müthiş bir faydası olduğunun yeni farkına varmıştım. Meğerse benim kokusu ve görüntüsüne değer verdiğim lavantalarımın yaprakları da başlı başına şifa kaynağıymış. Eğer sivilcelerinize kozmetik firmalarının kimyasalları söz geçiremiyorsa bir de lavantaların yapraklarına bakmanızı öneririm. Ve biz kadınların baş düşmanı ağrılı kramplarımız, onların da baş düşmanı varmış meğer; sihirli lavantalar. Biraz su, bir tutam lavanta yaprakları ve ateş. Vebanın Avrupa’yı kasıp kavurduğu yıllarda ise hastalıktan korunmak ve kaçınmak için bina zeminlerini lavanta ile kaplarlarmış. Yani doğanın mucizesi, her zamanki gibi farklı coğrafyalarda, farklı toplumlarla ve farklı insanlarla buluşuyor, sihirli bir değnek misali hayatlarımızın içinde varlığını sürdürüyor.
2021'in Mayıs ayında evime geri dönerken yan koltuğumda, ucuz bir şeffaf poşete sarılmış henüz minicik olan lavantalarımla buldum kendimi. O zamanlar çok toyum tabii bilmiyorum lavantalarımın ne zaman resimlerde, çiçekçilerde, tarlalarda olan o heybetli görünümüne kavuşacağını. En fazla bir yıl süre vermiştim onlara; büyüyüp gelişmeleri ve evime kokularını yaymaları için. Lakin ayları devirdik, ben onları terk ettim zaman zaman sonra tekrar geldim, değişmediler. Onlarda bir sorun mu var acaba diye günlerce düşündüm, kabullenemedim hala yeşil olmalarını. Aklımdaki o algı çerçevesinin içine uyduramadığım için de terk ettim onları, her insanın tabiatında olan o davranışları masum bir çiçeğe yansıttım.
İnsanları çoğu zaman uyumsuzlukları ile kabul etmeyi başaramayız, kendi isteklerimiz doğrultusunda yönetmeye, şekil vermeye çabalarız. Bu bazen işe yarar, mükemmel bir eser ortaya çıkartırız; hayallerde olan ideal bir eş, arkadaş, çocuk, sevgili, partner… Ama bir noktaya kadar severiz onları, kendi düşüncelerini bastıramadıkları ve talimatları uygulamayı yavaş yavaş bırakırlarken bir savaş daha başlatılır, kabullenemeyiz; eserimizin sanatçısına karşı koymasını. Halkı yönetenlerin, farklılıklara karşı açtığı o savaşı bizde üzerinde hüküm sürebileceğimiz insanlara uygularız. Her savaşı galibiyetle sonlandıran savaşçılara döneriz sonra eserlerimizden keyif almamaya, kuklaların rahatsız edici tepkisizliği içimizdeki dinamik yapıda etki etmemeye başlar. Ve her sonun bir başlangıç olduğu gibi de oyuncağımızı bir köşeye fırlatır, yeni arayışlara girişiriz.
Ama doğada ne kadar hükümdar olabiliriz ki? Önünde sonunda mağlubiyetimizi sırtlamak zorunda kalıyor, vermeye çalıştığımız zararlardan yaralanıyoruz. Benim için bu pek öyle olmadı sevgili anneciğim sayesinde: terk ettiğim lavantaları, bizi şefkat ve sabırla büyütmüş olduğu o anaç doğasıyla onları da sahiplendi.
Her sabah onlarla kitaplardan kalbine işlenmiş tatlı ve nazik kelimeleriyle konuştu, can sularını verdi, henüz filizlenmiş yapraklarını yüreği ve gözlerinden gelen bir yumuşaklıkla okşadı; toprak anaları oldu. Ve çabalarına da değdi! Benim yanımda içlerine kapanan lavantalar, annemin ellerinden ab-ı hayat’ı içerek kendilerini gösterdiler. Bu süreç 4 sene sürse de her gün balkonda dallanıp budaklanmış mor lavantaları görmek, kokularını içime çekmek hayallerimin bile ötesinde bir deneyim bahşediyor bana.
Doğa tanrıçası Artemis’in kutsal bitkisi lavanta, tanrıçasının doğurganlığını ararken anneme de rastlamış da olabilir pek tabii. Yarın, sabah sohbetlerinde bu konuyu da araya sıkıştırmasını isteyeceğim, kim bilir belki de tahminlerimde bir doğruluk payı vardır.
Yazılarını okurken, nedenini tam açıklayamasam da içimde bir mum ışığı ve gün batımı o kokuyu o görme hissi oluştu. Bu hissi bana kelimelerin, cümlelerin, sen yaşattın ve gerçekten çok güzel geldi. Gün batımı, hayatın tüm o koşuşturmasının içinde durup bakmayı seçenlerin görebildiği bir şeydir ya hani… senin yazıların da öyle. Saatlerce okunabilecek, insanı durduran bir an gibi. Gerçekten bayıldım.
Belki çok uzun yazdım, belki biraz dağınık oldu ama içimden geçenleri yazmak istedim. Çünkü insanların bana hissettirdiği şeyleri anlatmayı seviyorum.Umarım yanlış anlamamışsındır. Ve senin yazın, bende güzel duygular uyandırdı. Yazmayı sakın bırakma. Gerçekten çok güzel olmuş🪻